nihat
Mesaj Sayısı : 333 Kayıt tarihi : 02/03/09 Yaş : 58 Nerden : hançukur, elmasuyu, malatya
| Konu: İSLAM’DA AİLE KAVRAMI ÜZERİNE ÖZET BİR YAKLAŞIM Çarş. Nis. 22, 2009 3:19 pm | |
| İSLAM’DA AİLE KAVRAMI ÜZERİNE ÖZET BİR YAKLAŞIM
İnsan, Kur’ân-ı Kerim’de yaratılmışların en şereflisi olarak nitelenmiştir. Dolayısıyla onun en iyi şekilde yetişmesi, kader sınavına hazırlanması, hayata atılması, ve büyük insanlık ailesi içindeki rolünü üstlenerek bu sınavı başarıyla verebilmesi için İslâm ona üstün bir terbiye sistemi sunmuştur; onun, fıtrat kanunlarına uygun bir tempoyla olgunluğa ererek huzur ve güven içinde yaşaması amacıyla, aile kurumuna da büyük bir yer vermiştir.
İslâm’da aile, temel kurumlardan biridir; içinde, insana kişiliğin kazandırıldığı yuvadır. Eğer İslâm’ın öngördüğü niteliklerde yapılandırılırsa bu yuvanın atmosferinde ancak insan layık ve muhtaç olduğu rahatı, dinginliği ve huzuru bulabilir. Sonuç olarak; bu suretle kendisine, ailesine, toplumuna ve insanlığa yararlı bir fert olarak yetişebilir.
Aile, kişinin hayatı boyunca içinden geçtiği ve üyesi olduğu bir dizi yuvanın ikincisidir; insan şeklini aldıktan sonraki ilk yuvası ana rahmidir. Yaklaşık dokuz ay kadar burada kalır; ondan sonra boş bir hafıza, masum bir kimlik, isimsiz ve aciz olarak ikinci yuvaya intikal eder. İşte bu ikinci yuva çok önemlidir. Çünkü bu alanı onunla paylaşan üyelerin hepsi birden onu, -konuk olduğu ilk dakikalardan itibaren- yoğun bir şekilde etkilemeye başlarlar. Dolayısıyla, İslâm bu yuvayı ilk terbiye alanı olarak ön plana almıştır.
İnsanın üçüncü yuvası, ailesini saran yakın çevresidir. Aile, bu çevrenin doğrudan etkisi altındadır. Onun için çocuğun yetişmesinde bu çevrenin de büyük tesiri vardır. İnsanın dördüncü yuvası da toplumu ve ülkesidir; beşinci yuvası ise bütün olarak büyük beşeriyet ailesidir. İslâm, bu beş alanın her birini –biraz önce sıralandığı üzere- doğal yerine koyarak dünya üzerinde insanı önceleyen sistematik bir yapılandırma ve terbiye rejimini getirmiştir. Bu suretle öğretisinin evrenselliğini de kanıtlamıştır.
Bu öğretide madde ile mânâ, beden ile nefis, akıl ile duygu, kuvvet ile fiil, teoriyle uygulama arasında geçişli, karşılıklı ve dengeli ilişkiler kurulmuştur. İslâm’da öngörülen aile sistemi bu dengeye uygun olarak işlevini yerine getirir. Dolayısıyla kişi, bu nitelikteki aile ortamında gerek kendisiyle, gerekse öbür üyelerle barışıktır. Çünkü bu ailenin doğal atmosferinde sağlıklı, doyumlu, erdemli ve yararlı bir birey olarak yerini alır.
Ana rahminden sonra ikinci sırada yer alan aile yuvası, (kişi için) öbür dört yuvaya göre daha içten, daha sıcak, daha kalıcı ve daha hususîdir. Çünkü insanın ilginç sırları, acı tatlı anıları, rengârenk hayalleri, türlü türlü zevkleri, zaafları, fantezileri ve maharetleri, bütün mahrem ilişkileri bu yuvanın duvarları arasında saklanır. Bu nedenle İslâm, aile yuvası için özel bir statü belirlemiştir. Buna göre aile, saygın ve dokunulmaz bir kurumdur. Kişinin harîm-i ismetidir. Yani şahsın, -içinde anne, baba, kardeş, eş ve çocuk gibi birinci derecedeki yakınlarıyla- hayatı paylaştığı, malını ve sırlarını sakladığı, dinlenip huzur bulduğu, hiç kimsenin izinsiz giremeyeceği özel, saygıdeğer ve kapalı bir mekândır. Çadır da olsa, saray da olsa, ailenin harîm-i ismeti İslâm’da bu statüye sahiptir. Hatta, İslâm yurdunda, bireyleri hangi din ve inançtan, hangi mevkide ve hangi meslekten olurlarsa olsunlar, İslâm hukukuna göre her aile bu saygınlığa ve dokunulmazlığa sahiptir. Dolayısıyla, topluma, ümmete ve insanlığa yönelik, yıkıcı faaliyetlere medar olduğuna ilişkin belgesel kanıtlar elde edilmediği sürece devletin dahi bu mekâna asla giremeyeceğini, İslâm teminat altına almıştır. Aileye böylesine saygınlık kazandıran İslâm, elbette ki onun kucağında insanın en iyi şartlarda yetişmesini olgunlaşmasını, güven ve huzur içerisinde yaşamasını öngörmüştür. Onun için İslâm, gerek tesis ettiği ahlâk kurumuyla, gerekse koyduğu yasalarla, birçok insancıl hedefin yanı sıra esasen bu amacı öncelemiştir.
Örneğin, hayat gerçeklerini öğrenme sevgisi, bilinçlenme, maddi ve manevi kirlerden arınma arayışı, adalet ve hakseverlik duygusu, paylaşma anlayışı, fedakârlık, karşılıklı saygı ve sevgi gibi yüce erdemlerin önce aile içerisinde çocuğa aşılanmasını, İslâm temel eğitim olarak öne almıştır. Çünkü aile, nizamî okul çağından önceki doğal okuldur. Ve çünkü, varlığa ve yaşama geniş perspektiften bakabilme yetisinin altyapısı ancak bu okulda kurulabilir. Dolayısıyla aile, bu bakımdan özel bir anlam taşır.
İslâm bu okuldaki eğitimin sorumluluğunu anne ve babaya yüklemiştir. Bu yüzden karşılaştıkları sıkıntılara ve taşıdıkları ağır yükümlülüklere rağmen Yaratıcı, onları avutan, sevindiren ve umutlandıran olaylara, aileyi bir sahne haline getirmiştir: çocuk dünyaya gelirken, anne ve baba sevince boğulurlar. Bu minik konuk, bebekliği süresince evde en büyük ilgi odağıdır. Anne ve babanın maddi ve manevi olanakları, bilgi ve kültür düzeyleri ne kadar el veriyorsa, (genel olarak) bebek o nispette yaşama daha ferah bir seyir içinde hazırlanır. Bu bakımdan aile, fizik bakımdan küçük bir mekân olsa da manevi bakımdan geniş bir dünyadır.
Anne ve babayı bu yeni varlığa yürekten bağlayan güç ve kaynak ise Yaratıcının onlara kudret ve rahmet hazinesinden bahşettiği içgüdüsel şefkattir. Bu duygu, onların ruh derinliğine aşılanmıştır. Anne ve babadaki bu duygu âdeta sınırsızdır. Onun içindir ki gerektiğinde, çocukları uğruna göz kırpmadan hayatlarını fedâ etmekten bile çekinmezler. Yaşamları boyunca hep onlar için koşuşturur, didinir, çalışır, ter döker ve bazen dayanılmaz çileler çekerek onlar için mal ve servet biriktirirler. Ölünce de miraslarının çoğunu çocuklarına bırakırlar. Bu nedenle «mal ve çocuklar, dünya hayatının süsüdürler» [1]
İslâm, bu duygunun ölçülü şekilde davranışlara yansıtılması için ciddi bir disiplin getirmiştir. Hz. Peygamber (s) ve ashabının örnek uygulamalarıyla hayata geçirilen bu disiplin, her çağda bir azınlık tarafından da olsa korunabilmiş ve zamanımıza kadar taşınmıştır. Günümüzde çok dar bir çevrede sembolik olarak uygulanan bu disipline özellikle müslümanlar, genelde ise bütün beşeriyet muhtaçtır. İman, bilgi, çaba ve uygulamada samimiyet esaslarına dayalı olan bu disiplin eğer yaygınlaştırılacak olursa insanlık dünyası, bugün içinde bocaladığı bunalımdan kısa sürede kurtulabilir. Çünkü sosyal ve toplumsal denge, ancak sağlam aile yapısı üzerinde kurulabilir. Ailenin düzeni ihmal edilmiş bir toplumda sosyal dengeden, kalkınmadan ve refahtan söz edilemez. Bu nedenle İslâm, anne ve babanın duygularına ölçü getirerek, onları «Sırat-ı Mustakıym» üzerinde olanlar gibi yaşamaya yönlendirmek suretiyle önce aile için manevi dinamikler tesis etmiştir. Çünkü ailenin kalkınması ekonomik bakımdan rahatlaması ve toplum için yararlı bir yapı taşı haline gelmesi bu dinamiklerin varlığına bağlıdır.
Bu disiplinin öncülüğünü, normalde müslümanların yapması gerekmektedir. Şu var ki son birkaç yüz yıl içinde tasavvufa bulaşarak ahlâk çöküntüsüne uğrayan ve bu yüzden Kur’andaki İslâm’dan uzaklaşan müslümanların bu disiplini yeniden benimsemelerine ihtimal vermek güçtür. Bilim alanında kalkınmış olan Batı dünyası eğer İslâm’a karşı hâlâ koruduğu önyargısını bir kenara bırakacak olursa modern pedagojide kısmen uyguladığı bu disiplinin manevi cephesine de Kur’an ışığında işlerlik kazandırabilir. Bu suretle İslâm’ın öngördüğü imanlı, doyumlu ve mutlu aile yeniden yapılandırılabilir ve yaygınlaştırılabilir.
Tarih boyunca varlık göstermiş ve uygulama imkânı bulmuş bütün din ve düşüncelerde aile, toplumun temel taşı olarak kabul görmüştür. Onun için herhangi bir toplumun, ailesiz ya da aileye alternatif bir temel üzerinde kurulduğunu göstermek mümkün değildir. Ailesiz toplum düşüncesi zaman zaman dile getirilmiş ise de bu tasavvurun geniş çapta hayata geçirilmesi başarıya ulaşamamıştır. Özellikle semavî dinler, (vahye bağlı şekilleriyle) aile yapısına ve bu yapının manevi ve ahlâkî değerler üzerinde korunmasına önem vermişlerdir.
Ancak son iki yüz yıldır, bazı batlı materyalist kuramcılar, aile sistemine karşı büyük çapta savaş vermişlerdir. Bunlardan, Marksist teorinin yandaşları, bu düşünceyi hayata geçirerek daha çok çaba harcamış, ancak yüz yıla yakın bir süre boyunca uyguladıkları Komünist rejimin baskısı altında bile aile yapısını tamamen ortadan kaldıramamışlardır. Bu ise ailenin varlığını ve onun, (toplumun ve insanlığın varlığı bakımından) kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu savunan İslâm’ı akıl ve bilim terazisinde haklı çıkarmıştır. Buna rağmen günümüz Türkiye’sinde bile aile yapısını yıkmak için gayret sarf eden şahıs ve odaklar bulunmaktadır. Nitekim bunlardan, (TV.lerde yayınlanan bir dizinin yönetmeni olan) birini, 14 Aralık 2004 tarihli İslâmcı bir gazete ortaya çıkarmış ve ifşa etmiştir.
Esasen yüz yıllardır İslâm coğrafyasında yozlaştırılmış ve İslâmî ölçülerden uzaklaştırılmış kurumlardan biri olan ailenin bugün büyük bir tehdit altında bulunduğunu söylemek mümkündür. Batılı ülkelerde öne çıkan din karşıtı görüşlerin hız kazanması, bu görüşlere sahip çevrelerin siyaset ve kamu oyu üzerinde baskı yaratması, din ve düşünce anarşisinin gittikçe dünyada yayılması gibi etkenler altında, İslam dünyasında aile yapısı yıpranmıştır ve yıpranmaya devam etmektedir. Bu yıkıcı gidişe karşı en büyük sigorta ise esasen İslâm’dır. Dolayısıyla ailenin sağlam kalmasından yana olan sağduyulu insanlar ve çevreler, İslâm’ın bu kurum hakkındaki birikimlerini öğrenmekle, onu savunmak ve korumakla mükelleftirler.
İslâm, ailenin sağlam, güçlü, müreffeh ve mutlu olabilmesi için gerekli olan bütün değerleri sunmuştur. Bunlar zaten doğal değerlerdir. Bunların başında sevgi gelmektedir ki bu duygu insanın doğasında köklü ve yüklü olarak mevcuttur. Üstelik ebeveyn ve çocukları arasında bu duygu içgüdüsel olarak daha güçlüdür. İslâm, bu doğal duyguyu (sonradan kazanılan; saygı ve görgü) gibi ahlâkî değerlerle besleyerek şekillendirmiştir. Bunun çarpıcı örneklerini de Hz. Peygamber (s)’in ve ashabının (r) parlak yaşam tabloları içinde vermiştir.
Bütün toplumlarda yaşam disiplininin sürekliliği ve genel huzurun sağlanması için bu duygunun güçlendirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. İslâm, (bütün din, düşünce ve rejimlerden farklı bir tutumla) bu duyguyu masum, saygıdeğer ve pozitif olarak işlemeyi öngörür. İslâm’ın sevgiye bakış açısı budur. Onu sosyal bir din olarak, bütün inanış sistemlerinden ayıran özelliklerin başında bu görüş gelir.
Ailenin, sevgi temeli üzerinde ahlâkî değerlerle donatılması İslâm sosyolojisinin ilk prensibidir. Çünkü etkin bir duygu olan sevgi, eğer moral değerlerle yönlendirilmez ise insanı dejenere edebilir. İşte İslâm, Kur’ânî ve peygamberî eğitim sistemiyle böyle bir riski önlemiştir. Bu sisteme işlerlik kazandırıldığı oranda aile, toplumun ayakta kalabilmesi için görev yapabilir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Uluslar arası karanlık güçlerin, geniş medya ve internet şebekelerini kullanan yıkıcı güçlerin aileye yönelik yıpratıcı gayretleri günümüzde bütün hızıyla sürmektedir. Bununla birlikte, genel yozlaşmanın etkisiyle toplumumuzda İslâm’ın evrensel değerlerinden her gün biraz daha uzaklaşan aile yapısının, yakın gelecekte daha tehlikeli durumlarla karşılaşması olasıdır. Bu nokta, başta yöneticiler olmak üzere bütün ahlâkçıları, eğitimcileri, bilginleri, sanatçıları ve sivil toplum kuruluşlarını düşündürmelidir. ——————————————————————————–
[1] Kehf Suresi/46
Ferit AYDIN
Yazar RehberlikServisi @ 16:34 | |
|